31 Aralık 2007 Pazartesi

MUTLU YILLAR

2008..

Belgem çiçekleri, yeni yılınız kutlu olsun. Bu yeni yıl sizlere sağlık, mutluluk, huzur, sevgi ve güzellik getirsin. Nice nice yıllara..

28 Aralık 2007 Cuma

attantion!

Sevgili arkadaşlar, bildiğiniz gibi yarın çamurlar geliyor, çamur ücretlerini unutan, çamuru da unutsun :)
Derse de geç kalmayın canlarım benim:)))

25 Aralık 2007 Salı

sonunda...

Belgem çiçekleri; nihayet bende üye olabildim, çok uzun ve zor oldu ama oldu ya sonunda neyse artık bolca yazarım..

24 Aralık 2007 Pazartesi

arkadaşlar, hep mi seramik?:)
biraz da okumalı öyle değil mi?
size çok hoş bir öykü aktaracağım,
sabırlı olup sonuna kadar okuyacağınızı biliyorum:)

Nar'ın Bahçesi

Nar'ın Bahçesi, her an karşılaşacağımız içimizden birinin öyküsü... Yaşamın her anında etkisinde kalınan çocukluk anılarının beklenmedik öyküsü...
Seni birdenbire hayatımın içerisine çektğim için özür dilerim.Ama bu satırları okuyamadan, yaşamımdaki gerçekleri kaçırmana gerçekten gönlüm razı gelmezdi.– Bu kez ve ilk kez baştan söylüyorum. Yaşadıklarımın hepsi nasıl gerçekse, yazdıklarım, dolayısıyla da okuyacaklarının hepsi gerçek; benim gerçeğim.Kadıköy’de Bahariye Caddesi’nde doğdum. Bahariye, Moda, Fenerbahçe derin etkileri olan yerler oldu benim için. Tabii bugünkünden çok farklıydı o günkü Kadıköy. O yıllarda Bahariye bile apartmanlık değildi. Hemen hemen her evin bahçesi, hatta bazılarının bahçesinde salıncakları dahi vardı.Bugün bile, bütün gün en yakın arkadaşım Nar’ın bahçesinde sabahtan akşama kadar sallandığımı hatırladığımda midem bulanıyor; ama bu sokaklarda yaşadığım bulantı bile hoşuma gidiyordu.Ardından Cihangir’e taşındık... Ve Cihangir’e taşınmamızla birlikte yeni bir ev ve yeni bir hayat beni içerisine almıştı. İstanbul’un karşı yakasına geçmek, beni de hayatın karşına çekivermişti adeta…Yaşımın gereği olarak; evimizin bir öncekine nazaran daha büyük odalara sahip olmasıyla değil de bahçemizin olmayışı ile ilgiliydim. Bahariye’de ki günlerimi çoğunlukla, arkadaşım Nar’ın bahçesinde sallanarak geçirdiğimden, oyundan uzak kalmış bir çocuk olarak, oyun oynayabilmek için yanıp tutuşuyordum. Yeni evimizin bulunduğu mahallenin oyun alanı; iki tarafı apartmanlar tarafından sıkıştırılmış, çıkarken nefes nefese kaldığım, inerken ise delicesine zevk aldığım, hem de her koşuşumda düşmekten korktuğum daracık dimdik bir yokuştu. Yeni taşındığımız, eski taş binanın arkası bir avluya bakıyordu. Evin arka tarafındaki pencereden bu avluya baktığım zaman bizim oturduğumuz ev ile aramdaki ortak noktaları yavaş yavaş çözebiliyordum. Hemen hemen hergün bu pencereden gürültüyle eğlenen akranlarımı izliyor; onlarla oynayabilmek için içimde oluşan hevesi, yeni biriyle tanışma korkumla bastırıp her seferinde geri gönderiyordum.Bir pencereden diğerine asılmış temiz çamaşırlar, alt komşumuzun avlunun duvarında dayalı duran bisikleti, günlerdir hasta yattığından işe gitmeyen kağıt helvacının kocaman tekerlekli mavi arabası hepsi oyun oynamaya ne kadar istekli olduğumu artık adları gibi ezbere biliyorlardı.O gün yine, bütün gün sabahtan akşama kadar; her sabah yataktan kalktığımda bugün sokağa çıkıp onlarla tanışacağım dedirten oyunu düşünüyordum. Öyle bir oyundu ki bu, düşüp bir yerlerimi yaralama riskinin yüksek olduğu, başından galibini ya da mağlubunu kestiremediğim, oyunun beni kavrayan ve çeken etkisi yüzünden sorumluluklarımı, derslerimi, eski dostlarımı hatta ailemi bile ihmal edebileceğim bir oyun...Hava kararmak üzereydi, akşam yemeği vakti çoktan yaklaşmıştı; lakin içimde karşı duramadığım bir oyun arzusu tepinip duruyordu. Halen benimle oyun oynamak isteyen birini, daha doğrusu, beni zorlayacak, oyunuma heyecan katacak, dişli bir oyuncuyu bulamamıştım.Annemin; - Hadi çabuk içeri gel yemek hazır, sabahtan akşama sokaktasın zaten daha doymadın mı oyuna? diyen sesini hayal ederken vurulan kapının sesi ile irkilivermiştim. Gelenler yeni evimizin, yeni komşularıydı. Yeni sokağımızın, eski sakinleri. Belki de sokak eski burda yeni olan biziz, ya da bizim de eski sayılabilecek taraflarımız var ama bu sokak için yeniyiz. Bir anne, bir baba ve yeni arkadaşım Kiraz.Sonunda istediğim gibi bir oyun arkadaşı bulmuştum Hatta aramamıştım, bulmamıştım, o beni bulmuştu. Vakit kaybetmeden oyun mekanını seçmeliydik. - Kalp atışlarım hızlanıyor, sevinçten çıldırabilirim. Hadi artık başlayalım... - Yarın ilk işim Kiraz’la dışarı çıkıp oynamak olacak hem de akşam yemeğine kadar…Kiraz, garip bir kız. Bembeyaz teni var, sanki şeffaf. Gözlerinin iki parmak aşağısında ve burnunun üzerinde çil dedikleri şu beneklerden var, sanki turuncu ispirto kalemi ile Kiraz uyurken kardeşi kıskançlıktan noktaları basmış. İnce dudakları anne ve babasının koydukları ismi boşa çıkarmamak istercesine, kıpkırmızı. Sesi çok ince hatta bazen benden başkası onu duyamıyormuş gibi geliyor. Zaten pek fazla da konuşmuyor. Oyunlarıma karşı çıkacak “cık” cevabı ile karşımda dikilecek güçte biri değil. Kirazla oyunlarımızı genellikle bizim evde oynuyorduk ; belki dışarıdaki çocuklarla onu paylaşmak istemediğimden, belki de oyunumuzun onlar tarafından öğrenilmesini istemediğimden ev dışına çıkmama fikri tamamen bana ait bir fikirdi ve bunun sonsuza kadar böyle süreceğini düşünüyordum. Sürekli oynamak istiyordum, zamanımın ne kadar az olduğu, matematik sınavım, beni yemeğe bekleyen annem, beni dizine oturturup tüm gün görememenin acısını çıkartmak isteyen babam, hiçbirisi umrumda değildi. Hiç kaçarı yok oyun oyun oyun…Yine benim oyundan başka hiçbirşeyi gözümün görmediği bir gün annemin Kiraz ve annesini bize davet etmesini istemiştim. Annem Kiraz’ın annesi ile iyi anlaşıyor muydu? Yemek tarifleri konusunda hangisi daha bilgiliydi, annem Kiraz’ın annesinin yeni aldığı beyaz gömleğini görüp ,akşam babama dır dır ediyor muydu? O an için bunların hiçbiri umrumda değildi. Tek düşündüğüm Kiraz’la oynayacağım oyundu. Kiraz’ın annesi benim anneme hiç benzemiyor, ona göre oldukça güzel ve bakımlı, benim annem o kadar çok yemek yapıp kendini harap ediyor ki gençliğindeki güzelliği, sobanın üzerinde sürekli kaynaya çaydanlıktaki suyun buharı gibi uçup gitmiş. Annem ne kadar sessiz sakinse, Kiraz’ın annesi bir o kadar şen şakrak… bazen onun kahkahalarından oyunuma konsantre olamıyorum, kahkahaları kulaklarımda çınlıyor. Bize her geldiğinde anlam veremediğim bir şekilde kendi fiyonklu terliklerini getiriyor. Bizim terliklerimizi giyince havası mı kaçıyor anlamıyorum. Her seferinde başka terlik; kıyafetleri ile uyum içerisinde. Kiraz’ın annesi ve terlikleri sinirimi bozuyor. O gün yine Kiraz annesi ve terlikleri yeniden bizdelerdi. Oyun oynamak için odama geçmemiz ile oyuna başlamamız arasında hiç zaman geçmemişti. Kendimi oyuna kaptırmış, tam zevkin doruğunda olduğum bir sırada Kiraz oyun bozanlık yapıyordu. Oyuna dönmesi için onu ikna etmeye çalışıyordum…İkna olmuyordu, belki de sıkılmıştı benimle oynamaktan… Oyunumuzun güzel olması için onunla oynamak uğruna yaptığım fedakarlıktan, hiç evden çıkmayışımdan, kimseye açmadığım odamı ona açışımdan, annemin bile onun annesine katlanmak zorunda kaldığından, derslerimden geri kalıp babamdan azar işittiğimden bahsediyordum; o ise bunun karşılığında mızıkçılık yapıyordu. - Bana aldırmıyor. Mızıkmakta kararlı ; mızıkçılık yapmak için yaratılmış. - Gitgide sinirleniyordum. Elimdeki oyuncağın kafasını koparıp suratına fırlattım. Biraz önce yaşadığım keyifli dakikalar yerini şiddete ve kulaklarımı tırmalayan Kiraz’ın nefret ettiğim tiz sesine bırakmıştı. Annem beni salondan fırlayıp odamın kapısında şiddetli bir tokatla karşılıyor; bense tokatın yanağımda yarattığı acıdan değil de Kiraz’ın sesini bastırmak adına çığlıklar atıp bağırıp duruyordum. Bir elimde, yerden aldığım babamın yurtdışından getirdiği asil ingiliz laydisi porselen bebeğimin taş kafası, bir elimde keyfi kaçmış bir oyun, yetiştirilememiş ödevlerim kaybedilmiş bir oyun arkadaşı ile hayatıma kaldığım yerden yapayalnız olarak devam ediyordum. Ama içimdeki oyun tutkusu bir türlü bitmek bilmiyordu. Ertesi gün, yarım kalmış oyunuma aday olan yeni arkadaşların bu oyun için yeterli olup olmadıklarını anlamak amacıyla, kendi çapımda yaptığım sınav sonuçlarını onlara tam açıklamak üzereyken, annemin kapıyı vurmadan içeri giren yüzüyle karşıkarşıya gelivermiştim. Annemin odama girmesiyle bütün arkadaşlarımda birdenbire dün yediğim tokatın sesini duymuş olacaklar ki, evimizi terkedivermişlerdi.- Ne yapıyorsun odanda tek başına; öğlen oldu hala kahvaltı da etmedin. Sofra seni bekliyor.Sofra mı beni bekliyor? Asıl oyun adayları sonuçları açıklamam için annemin gitmesini sabırsızlıkla beni bekliyordu - Aç değilim, yemiyeceğim. Oyun oynayacağım, yani izin verirsen oynayacağız.****Kendimi sakin ama yorgun hissettiğim başka bir oda da gözlerimi açmıştım. Burada her yer beyaz yatağım ise tam istediğim gibi, cam kenarında. Yatağımın karşısında ise boş bir yatak var. Oda bomboş ve sakin. Etrafı çok ağır bir alkol kokusu kaplamış belki de bu yüzden sarhoş gibiyim. Üşüyorum. Giysilerim ortada yok belki onların siyahlığı bu odanın renk uyumunu bozacağından onları da yok etmişlerdir. Arkadaşlarım beni burada ziyarete geldiler. Anneme söylemedim.En son onlarla oyun oynamak için hazırlık yaptığımızı söylediğimde bana hoşuma gitmeyen şeyler yapmamışlarmıydı. Sanırım annem arkadaş adaylarından hiçbirini sevmedi.O en çok Kiraz’i seviyordu. Belki de, annesini daha da fazla. Ne yapalım bende en çok Nar’ı seviyordum.Burada okuldaki gibi bir kıyafet zorunluluğu var sanırım. Herkes beyaz, her yer beyaz… Artık en yakın olduğum renk beyaz…Yaşam artık benim için sadece bir yatak, arkadaşlarım ise havlu küvet ve kendisiyle sık sık tartıştığım şırıngaydı. Bazen, örtü altında tir tir benden ilgi isteyen birilerini buluyordum; bazen de bir şiir. Yatağım hemen pencerenin hemen yannda olduğu için belki de daha sonra geleceklere göre daha şanslı olup olmadığımı bilemiyordum ama, yatağımın hemen karşısındaki, içinde ne olduğunu bilmediğim demir dolap her gece, bana babasından korkan bir çocuğu anlatıyordu. Benim için odaya gelen hemşirenin yanındaki, kardeşim olduğunu söyleyen küçük çocuk ise; ona inanmamam gerektiğini; onun bir yalancı olduğu için demir bir dolap olarak hayatına bu hastane odasında devam eden eski bir dost olduğunu kulağıma fısıldıyordu her gelişinde… Hemşirenin gelişiyle birlikte kardeşim olduğunu söyleyen çocuğun beni sakinleştiren sözleri, pencere kenarındaki yeşil yapraklarda huzuru bulmamı sağlıyor, bulduğum huzuru kucağıma alarak derin bir uykuya dalıyordum.Çocukluğumdan itibaren, hayat rüzgara takılmış rengarenk kuyruklu bir uçurtma değildi benim için…uçurtmam diğerlerininkine benzeyen, benden uzaklaştıkça bana zevk veren bir uçurtma değildi, anlayacağın.Yıllar sonra yeniden içimde bir oyun oynama tutkusu yeşerivermişti. Son oyunda yaşadığım olumsuzlukları unutmuş değildim. Bu kez oldukça büyüktüm; eskiden oynadığım oyunları oynayamayacak kadar büyük. Eskiden oynadığım oyunlardan ders almış; en basitinden Kiraz gibi mızıkçılarla tanışmıştım.Bu kez oynadığım oyun ile çocukken oynadığım arasında benzerlikler vardı bu da iki kişi oynanıyordu, ama oyuna karışan kişilerde olabiliyordu ister istemez.Oyunun adı: Aşktı.İşte oynamaktan usanmayacağım bir oyun daha düşünmüştüm.YorulmakTerlemekSusamak YaralanmakDüşmekCeza almakYenmekYenilmekOyun uğruna hayattan geri kalmak, fedakarlıklarda bulunmak oyunun en önemli kuralları arasındaydı.HeyecanMutlulukHevesYaşanmamışlık ise en fazla zevk aldıklarımdandı.Herhangi bir oyun nasıl başlarsa onunla oynadığımız oyunda öyle başlamıştı. Bu kez oyun öncesinde fazla plan program belli bir hazırlık yapmamıştım, ama onunla oyun oynamayı gerçekten istediğimi hissediyordum. Belki de ilk kez seçimler yapmıyor, çevremdeki insanların sözlerine eskisi kadar önem vermiyordum. Tüm bedenimin bu oyun arzusuyla sarsıldığını hissedebiliyordum. Tek istediğim bu oyunu onunla oynamaktı; sonu ne olursa olsun…Limon, çok sessiz biriydi. Uzunca bir süre tam olarak konuşamamıştık. Onun bu sessizliği bana kendimi hatırlatıyor, ama benim bilmediğim, tanımadığım kişilerle konuşmuş olabileceğini düşünüp onu fazlasıyla kıskanıyordum. İlk haftalarda onun bu sessizliği ve yaşadığım kıskançlık fazlasıyla beni sıkmıştı. Sonra sonra bazı şeyler değişmeye başladı.Sessizliğinin aslında bir ses olduğunu anladığımda kendimi dönüşü olmayan bir yolda buldum.Bu oyunu daha önce oynamıştı ve sandığımdan çok daha tecrübeliydi. Onun bu tecrübesi beni korkutmuyor, aksine beni onunla oynayabilmek için çok daha fazla şevklendiriyordu. Oyunun kuralları dahilinde onun için birşeyler yapmam gerekiyordu. Ben de onun için birşeyler yazmaya karar verdim ve ona mektuplar yazmaya başladım.Hata yaptığımın anlaşılmasını istemediğimden, bu yüzden mektupların hepsini daktiloda yazdım. El yazım, anlam ve kelime yanlışlıklarımın yanında çok duygusal yanlışlıklarımı, yaşadığım buhranları kısacası beni tamamiyle açığa çıkarıyordu. El yazısı ile yazdığımda kendimi çırılçıplak hissedebilirdim. Bu yüzden hiçbir zaman ona elyazısı ile yazmadım, yazamadım. Zamanla mektuplar ve Limon hayatımın bir parçası haline geldi. Ona yazmadan duramıyordum.Ama sadece ona… Bazen yazmaktan onu göremez hale geldiğimi düşünüyordum, onu görmek için değil de ona yazmak için ayırdığım zaman beni daha da mutlu ediyordu. Bir yandan onu görmesem de olur diye düşünürken,bir yandan da onu görebilmek için Cihangir’den,evimden dışarıya adım atacağım günü sabırsızlıkla bekliyordum. Bir gün beni telefonla arayıp;- Bunlar ne ? dedi.- Neler?- “Mektuplarındaki şu saçma sapan laflar.”- Hem Limon’da ne ?Güya mektuplarımı tesadüfen meraktan açmış, hergün kendi adresine gelen sarı zarflı esrarengiz mektuplar o kadar çoğalmış ki sahibini çok merak etmiş. O yüzden bir kaç mektup okumuş ve hiçbir anlam verememiş.İnanmadım tabii.Bir an önce telefonda ona adresimi vermemi ve şu saçma sapan şeyleri bana geri vermek istediğini söylediğinde de, kapımın önünde onu elinde mektuplarımla gördüğümde de inanmadım.Onun Limon olduğunu, biliyordum. O da oyun bozanlık yapıyordu. Oyuna dönmesi için onu ikna etmeye çalışıyordum…İkna olmuyordu, belki de oda Kiraz gibi benimle oynamaktan sıkılmıştı … Oyunumuzun güzel olması için onunla olmak uğruna yaptığım fedakarlıktan, hiç evden çıkmayışımdan, kimseye açmadığım odamı ona açışımdan, annemin bile onun annesine katlanmak zorunda kaldığından bahsediyordum, o ise bunun karşılığında mızıkçılık yapıyordu. - O da mızıkçılık yapmak için yaratılmış olmalıydı. Gitgide sinirleniyordum. Bu kez suratına fırlatmak için elimde bir oyuncağımda yoktu. Elimde olan sadece onun için yazdığım sarı zarf içerisindeki beyaz sayfalardı… Ben yine yazmaya ve mektupları kendi elimle onun posta kutusuna koymaya devam ettim.Bir sabah beni yakaladı.- Senin sorunun ne? diye bağırmaya başladı.- Bilmem farkında mısın? aslında herşey sahte dedim, bir tek sen ve ben gerçeğiz bir de yazdıklarım. Kuş uçar, uçak uçar, o zaman uçak kuştur. Bu da bunun kadar basit. Sen gerçeksin, yazılarım gerçek, o zaman yazılarım sensin. Aslında, yaşamımız, yaşadıklarımız herşey bir kurmaca.Yüzünde kaygılı bir ifade ile bağırmaya başladı.- Nereden çıkarıyorsun bu saçma fikirleri aklınca felsefe mi yapıyorsun?..Sözünü kestim, elimi yavaşça dudaklarına götürdüm.- Sus, kendini kandırma. Sen de farkındasın aslında, Elimi hızla geri itti, canı sıkkındı.- Kes artık! Kafayı yemişsin sen! diye bağırdı.Beni şikayet edeceğini, artık vazgeçmem gerektiğini, bu ilişkinin çoktan bittiğini falan söyledi. Neden bahsediyordu ki böyle?Bir kaç gün sonra kendimi sakin ve yorgun hissettiğim, kokusunu çocukluğumdan anımsadığım bir oda da buldum kendimi. Akıl hastanesinde...Bir kez daha kendimi Cihangir’deki evimden koparılmış hissetmiştim. O eve hiç ısınamadığım halde oradan çıkarılmak bana acı veriyordu. Madem oradan oldukça uzaklaşmıştım. İstediğim yere gidebilirdim artık. Nar’ın bahçesi ve canım arkadaşım Nar beni bekliyordu. Bense, doktorların oradan çıkabilmem için verecekleri yazılı izni, sürekli olarak yanımda taşımam gereken rengarenk ilaçların hangileri olduğunu; bana hangi zamanlarda iyi gelebileceklerini onların benim artık daimi birer dostum oldukları ile ilgili sözleri duymayı bile sabırsızlıkla bekliyordum.Tüm bu anlattıklarımı ne kadar da sabırla dinledin.Sabrın, sessizliğin,yalnızlığın beni çok etkiledi.Biliyor musun, ben çok güzel mektup yazarım.Biliyorum merak ettin, sana buradan çıkar çıkmaz ellerimle getireceğim.Nasıl ulaşacağımı merak etme, sen bu yazıyı okurken ben çoktan adresini öğrendim, nerede olduğunu biliyorum. Belki de evinizin bahçesinde bulursun mektubumu…

Sevgili…,

Kadıköy’de, Bahariye’deNar’ın bahçesindeyim.

Nar ağacının hemen altındaSalıncağımıza

Birşey olmuşKahkahalarımıza olduğu gibi,

Kuş gibi,uçak gibi,

Nar’ da uçmuş

Ben de artık uçmak istiyorum.

Nar ile şekerciden aldığımız,

rengarenk şekerlemeler

yerine

Rengarenk ilaçlarım cebimde

Gidiyorum


ömür isfendiyaroğlu

23 Aralık 2007 Pazar

22 Aralık 2007 Cumartesi


benimde bi resmim olsun dimi dimi dimi :D belgeme feda olsun

19 Aralık 2007 Çarşamba

sevgili arkadaşlar;
bildiğiniz gibi size her zaman yeni sayılarını getirdiğim seramik türkiye dergisini bir çoğunuz inceleme fırsatı buldu.
Eğer siz de o dergiden edinmek isterseniz,
üyelik formuna aşağıdaki linki tıklayarak ulaşabilirsiniz.
sevgilerle...
http://www.turkseramikdernegi.org/

16 Aralık 2007 Pazar

:)

yurdum manzaraları...

ve istek şarkılar:)









günlerden pazar

Sevgili arkadaşlar,
bugün yine çok verimli ve eğlenceli bir pazar günüydü.
Türkiz hanım ve Ezgi, keşke sizlerde olsaydınız çektiğimiz karelerde ve o lezzetli sofralarımızda, zevkli dakikalarda...Fatma yolunu tamamlar, Azra bayrağı devralır...

bir "narsist" :)

bir "artist" :)
selma ve çok istediği kalpten kutusunu tamamlarken...

ve size sevdiğim bir şiir:)
KUŞLAR VARDIR
Kuşlar vardır,
cana benzer havalarda;
Soğuksa kar, baharsa yaprak;
Bir başına büyür toprakta ömrümüz,
Güneşle yeşil elleriyle çıplak;
Uslu ayaklarla başlamış yolculuk
Yürünmez öyle, bazen durulur,
Ve iner erenler katına yorgunluk;
Kapanır sukun üzre kitaplar.
Nefeslerle sürüp giden yaşamamız
Bir su kenarına gelir durur;
Ekmekten, şaraptan öte nimetler vardır;
Yürünmez öyle hep, bazen susulur.
CAN YÜCEL





10 Aralık 2007 Pazartesi

http://www.ceramicarts.net/
arkadaşlar, burada bir çok seramik sanatçısına ait, işler ve teknikler yayınlanmakta.
incelerseniz sevinirim.

9 Aralık 2007 Pazar

belgemde açar çiçekler

merhaba arkadaşlar.
blogunuza hoşgeldiniz diyerek,
hemen çok sevdiğim bir seramik sanatçısı olan Prof. güngör güner'in bir makalesini sunmak istiyorum sizlere, umarım sizler de benim gibi keyif alırsınız;


"Sanat ,elimizde herhangi bir araç- gereçle (Kamera , enstrüman ,yazı ,tuval, fırça, seramik ,cam, metal ,alçı tahta, vb. ) duygu ,düşünce ,duyarlılıkların dengeli, uyumlu (ancak bazı durumlarda bunun tam zıttı da olabilir.) özgün olduğu kadar özgür bir biçimde yorumlanarak aktarılabilmesidir.
Duygu ,düşünce ve duyarlılıklar salt doğal güzelliklerden kaynaklanabileceği gibi toplumsal ya da bireysel , acı ve tatlı olaylardan da kaynaklanabilir.
Hangi araç gereç olursa olsun ,onunla başarılı yorumlar yapabilmek, söz konusu araç- gereci kullanabilme ya da yönlendirebilme becerisinden geçer..! Örneğin, elinizdeki kamerayı iyi kullanamıyorsanız, düşünüzde ki çok değerli pentürleri resimleyemiyebilirsiniz .! Nasıl ki ,çok iyi bilmediğiniz bir dille roman, öykü,şiir yazamıyacağınız gibi ...!
Kuşkusuz sanat olayında yetenek yadsınamaz ! Ancak, beceriler ve donanımlar yalnızca duygu düşünce ve duyarlılıkların yorumlanabilmesinde kaçınılmaz yardımcı öğelerdir.
Ancak , kişi doğuştan yetenekli olsa dahi ; duygu ,düşünce ve duyarlılıkların oluşabilmesi teknik konulardan çok daha uzun hassas ve çetrefil bir süreçtir. Hangi sanat dalında olursa olsun, kişinin sanat değeri içeren yapıtlar verebilmesi, o kişinin çok yönlü kültürel ve düşünsel birikimiyle bağlantılı ve orantılı olacaktır sanırım.
Ben bir seramik sanatçısıyım. Seramik de tahta, çelik, cam ve diğerleri gibi bir malzemedir. Pek çok Sanat dalının gereği olan teknik ve ustalık doğal olarak seramik içinde geçerlidir.
Ancak benim duygusal olan teknolojik tanımlamamla seramik şöyle bir malzemedir. : “ Seramik ,altının toprak üstünün cam olduğunu duyumsatandır... İnsanın toprak ile gökyüzü arasında yaşadığını anımsatan bir duygudur bu. Çoğu kez dünyamızın dönmesi örneği ,dönen bir çark üzerinde biçime ulaşır seramik.. Bu nedenle de bu yaratıcı kaynağı kullanmak çarkı döndürmek gerek diyorum...”
Teknik açıdan bakıldığında seramiğin tanımı yukarıda ki gibi olabilir. Ancak ,salt sanat açısından bakıldığında ise seramik ,ister işlevsel ister yorum ağırlıklı olsun , bir resim ve heykel sanatı bireşimidir.....! N e var ki ,işlevsel sanat ya da yorum ağırlıklı yapılmış herhangi bir seramiğin sanat yapıtı olabilmesi teknik mükemmelliğinin yanı sıra duygu ya da duyarlılıkların ya da her ikisinin o parça üzerinde ki yoğunluğuna bağlı bir olaydır. Aksi durumda nasıl ki, boyanan her tuvalin ya da tahtanın resim sanatı olamayacağı gibi ,ortaya çıkarılan her seramik nesnenin de sanat yapıtı olarak nitelendirilmesi söz konusu değildir........
S A N A T G Ö R Ü Ş Ü M (2)
Seramik altının Toprak, üstünün Cam olduğunu duyumsatandır!.. İnsanın yeryüzüyle, Gökyüzü arasında yaşadığını anımsatan bir duygudur bu. Dünyamızın dönmesi örneği, çoğu kez dönen bir çark üzerinde biçime ulaşır seramik. O nedenle de bu yaratıcı kaynağı kullanmak, çarkı döndürmek gerek diyorum... GÜNGÖR GÜNER Bir seramik sanatçısı olmam nedeniyle, doğal olarak ifade aracım seramiğin yapımından geçmektedir.! Seramik bir zanaat mıdır yoksa sanat mıdır konusu tartışıla dursun, seramikle sanat yapabilmenin yolu; bu teknoloji bağımlısı zanaata hakim olunabilmesiyle orantılıdır... Bu yol bıçak sırtı gibi oldukça çetin bir yoldur. Çok ender de olsa bazen başarı şansı vardır; ama çoğu kez sadece seramik yapmış olmakla yetinmek zorunda kalına bilinir!
Yapıtlarımda malzemenin doğasına ve geleneğine saygılı olmanın yanı sıra, geleneği yadsımaksızın tüm yeniliklere açık olarak, çevre ve sosyo-ekonomik konularına kayıtsız kalmaksızın, onun sınırlarını olabildiğince zorlarım.! Çünkü sanatta bitiş diye herhangi bir sınır çizgisi yoktur.!
Tutkulu bir biçimde çömlekçi tornasında kap-kacak yapmam, seramikle değişik kavramsal sanat olaylarını gerçekleştirmemi engellemez.! Her şeyi yerli yerinde olan, boşluğu içine sarmalayan yarı küre bir çanağın ya da demliğin gücünün; başarılı diğer sanat yapıtlarından daha az olmadığı inancını taşıyorum.
Seramik sanatı: Plastik sanatların tüm öğelerini bünyesinde içeren bir resim ve heykel sanatı bireşimidir. Herbert Read “ seramik sanatların hem en basitidir hem en zorudur; en basitidir çünkü en ilkelidir, en zorudur çünkü en soyutudur “ der. Gerçekten seramiği plastik sanatların tüm öğelerini bünyesinde içeren tek bir soyut forma indirgemek istediğimizde sanatların en zorudur.
Burası yeri olmayabilir ama, benim sanat ortamında tartışılmasını istediğim bir sorunsalım var;. Bir düşünce ürünü olan Kavramsal Sanat yapımcılarının pek çoğu var olan mekanları ve nesneleri kullanmayı yeğlemektedirler. Buna bir itirazım söz konusu değil. Ancak sosyal ve bilimsel alanda yazılı bir ürün verdiğinizde ya da bir film, tiyatro çalışmasının yapımında emeği geçen kostümcüsünden, kameramanına kadar herkesin adı geçmekte metinlerde ki alıntılar en küçük ayrıntısına kadar belirtilmektedir. Bilime ve emeğe saygı gereği böyle olması çok doğaldır. Kavramsal sanat yapıtlarında da bunun böyle olması gerekmez mi? Örneğin ben Marcel Duchamp’ ın kullandığı pisuarın kimin tarafından emek verilerek tasarımlandığını ve üretildiğini bilmek isterdim. Ya da çok takdir ettiğim Hale Tenger’ in yerleştirmesinde su dolu kavanozlar içine koyduğu Bosna savaş fotoğraflarının kimler tarafından çekildiğini bilmek isterdim!... Çünkü bu ismi anılmayan sanatçıların ya da emekçilerin de bu türden yapıtların oluşmasına indirek katkıda bulundukları inancındayım. Aynen bilimsel bir yapıtta olduğu gibi alıntıların belirtilmesinden yanayım... "